Bugün, 29 Mart 2024 Cuma

Kemal MENCELOĞLU


TABUT TAŞIYAN ADAM!

TABUT TAŞIYAN ADAM!


 

 

 

Onlar tabut taşıdı, kurtardı memleketi,

Hizmet eden erlerin olur mu ihaneti?

 

Rahatı terkettiler, yılmadılar davadan,

Vatan yüce bir kavram, geçmediler sevdadan. 

 

Öyle bir sevda ki bu çektiler ağır yükü,

O sayede kazındı ecnebilerin kökü. 

 

     Bir hanımefendi diyor ki; 1919 yılı idi. İstanbul baştan aşağı İngilizlerin işgali altındaydı. Liseyi yeni bitirmiştim.

Güzel bir kızdım. Dünür gelmeye başladılar.

Biri avukatmış. Gösterdiler uzaktan, boylu poslu yakışıklı bir delikanlıydı, beğendim.

Nişanlandık. Nişanlımı seviyordum.

     Mutlu bir yuva kurmak hevesi ile lamba ışığının altında sabahlara kadar oyalar örüyor, çeyizler hazırlıyordum. Ama çok geçmedi ki mahallede bir dedikodu yayıldı:

    “Ayşe’nin nişanlısı avukat değilmiş, ipsizin biriymiş, üstelik cami önlerinden tabut taşıyarak karnını doyuruyormuş” dediler.

Alt üst oldum. Babam götürdü, uzaktan izledik, gerçekten de tabut taşıyordu…

Yıkıldım. Nişanı atıp, ayrıldık.

    Aradan 5 yıl geçti. Evlenmiştim, bir de çocuğum olmuştu. 1924 yılıydı. Artık ülkemiz özgürdü. Bir gün Beyoğlu’nda rastladım ona.

Oğlum yanımdaydı.

    Beni görünce titredi, ceketini düğmeledi.

Saygı göstererek durdu önümde. “Vaktiniz varsa size bir çay ikram etmek isterim” dedi.

“Olur”, dedim. Bir büroya girdik. Burası bir avukatlık bürosuydu ve kapıda adı yazıyordu.

İçerde yardımcıları çalışıyordu.

   “Siz gerçekten avukat mısınız” dedim. “Evet” dedi. “Peki, avukatsınız da neden cami önlerinden tabut taşıyordunuz” diye sordum.

Durdu, başı öne eğildi. “Beni affedin” dedi.

“İstanbul işgal altındaydı, her taraf İngiliz askeri kaynıyordu. Her şeyi didik didik arıyorlardı. Nişanlım olmanıza rağmen size bile söyleyemezdim. Durum çok nazik, ahval hiç normal değildi. 

    Biz de Anadoluya, Milli kuvvetlere ancak,cenaze süsü vererek tabutlarla silah kaçırıyorduk. Bu ülke için hayati bir işti.

Bunu size bile söyleyemezdim…”

   Bu vatanı canlarını ve aşklarını feda edebilenlere borçluyuz. Acaba biz hangi fedakarlıklarda bulunduk? Hele bir düşünelim bakalım?

 

Mevzu vatan olunca, sevdayı bırakta gel,

Ondan özge sevda yok, gemileri yakta gel. 

 

Bu milletin fertleri, neler yapmadı neler?

Arşivleri doldurur, sayılmayan belgeler. 

 

        BİZ ÇOK ŞEYİ BİLEMEYİZ

 

     Unutmayalım ki; her şeyi bildim diyenler, hiç bir şeyi doğru düzgün bilmeyenlerdir. 

     -Bir üniversite öğrencisi anlatıyor; "Bizim üniversitede genç kızların kullandiğı saatlerden takan bir doktor vardı. Bu haline sürekli güler, eğlenirdik. Sonradan öğrendik ki, ölen kızına aitmiş. 

     Evet bilmemiz gerekir ki, acıyla kıvranan ama konuşamayan kalpler vardır. O kalplerin yerinde olmak istemeyiz. 

     -Hastanenin birinde genç bir kızın başındaki peruk düşer ve orada bulunan herkes gülüp, kahkaha atıp eğlenir. Bir genç adam, kadına yardıma koşar, genç kadın ağlayarak ve titreyerek; "Benim hiçbir suçum yok. Kanser ne yazık ki bütün saçlarımı aldı."der.            

     Davranışlarımıza, hatalı ve aymaz tavırlarımıza dikkat etmeliyiz. 

     -Okulda başarı seviyesi düşük bir çocuk annesinin mezarına gider; "Anne...! Benimle okula gel. Öğretmen beni öğrencilerin önünde, “Senin annen ihmalkar bir kadın, seninle hiç ilgilenmiyor diye azarlıyor" der. 

    Daima dikkatli ol. Öyle sözler vardır ki, öldürür. O sözlerin öldürdüğünü hiç kimse diriltemez. Kişi odur ki, muhatabının haleti ruhiyesini anlar. 

 

AFRİKA’DA BİR ÜNİVERSİTE

 

Güney Afrika'da bir üniversitenin giriş kapısında aşağıdaki mesaj yazar:

 

"Herhangi bir ulusun yok edilmesi atom bombası veya uzun menzilli füzelerin kullanılmasını gerektirmez. Sadece eğitim kalitesini düşürmek ve sınavlarda kopya çekilmesine izin vermek yeterlidir."

     Bu cümle bize ne kadar tanıdık geliyor değil mi? Nicelik değil nitelik; kemiyet değil keyfiyet; diploma değil sadece ehliyet ve liyakatin önemli olduğunu ne zaman ve nasıl anlayacağız? Eğer buna önem vermezsek sayacağımız ve örneklerini daha da artıracağımız şu örnekler ortaya çıkar. 

 

Hastalar bu tür doktorların ellerinde ölür.

Binalar bu tür mühendislerin ellerinde çöker.

Para, bu tür ekonomistlerin elinde kaybolur.

İnsanlık, bu tür din görevlilerinin elinde ölür.

Adalet, bu tür yargıçların elinde kaybolur ...

Evet, “Eğitimin çöküşü milletin çöküşüdür.”

 

Evet sevgili dostlarım Mevlana diyor ki:

“Hayat bir uykudur, ölünce uyanır insan. 

Sen erken davran ki, ölmeden önce uyan.”